Oduncu ile şeytan

Bir işi nasıl yaptığımız, ne için yaptığımız çok önemlidir. Kişisel çıkarımız için yaptığımız işlerde bencilliğimiz, hırsımız hep aklımızın ve vicdanımızın önünde olur. Bu yüzden de kimi zaman “kötülüğün” esiri olarak insanları kırarız.
Kimi zaman kırdığımızın, incittiğimizin farkına bile varmayız.
Ne zaman vicdanımızı yitiririz, işte o zaman insanlığımız da kalmaz.

***

İşte böyle zamanların birinde odunculukla hayatını kazanan bir adam vardı. Kulluk vazifesini iyi yapar, kimsenin ekşisine tatlısına karışmazdı. Bu kişinin bulunduğu köyün yakınında bir köy daha vardı, onlar da dağda kutsal diye kabul ettikleri irice bir ağaca taparlar, ondan yardım beklerlerdi.
Oduncu, bir gün, “Şunların Allah diye taptıkları ağacı kesip odun edeyim, pazarda satarak ekmek parası kazanırım; hem de, bir köyü Allah’a isyandan kurtarmış olurum” diye düşünerek Allah rızası için ağacı kesmeye karar verdi.

***

Dağa doğru giderken karşısına acayip suratlı pis bir adam çıkarak nereye gittiğini sordu.
Oduncu, “Karşıdaki köyün halkının Allah diye taparak Allah’a isyan ettikleri ağacı kesmeye gidiyorum” dedi.
Adam da oduncuya: “Ben şeytanım… O ağacı kesmene müsaade etmiyorum” deyince, oduncu şeytana çok kızdı. Öldürmek için hücum ederek yere yatırdı ve üzerine oturup hançerini boğazına dayadı. Şeytan oduncuya, “Ey oduncu, sen beni öldüremezsin. Allah bana kıyamete kadar müsaade etmiştir. Fakat, gel o ağacı kesme, seninle anlaşalım. Ben sana her gün bir altın vereyim, sen de ağacı kesmekten vazgeç. Hem el ağaca tapıyormuş, günah işliyormuş senin neyine gerek, altınını al işine bak” dedi.

***

Oduncu şeytanı bıraktı. Şeytan adama, akşam yatıp sabah olduğunda yastığının altına bakmasını söyledi ve anlaşarak ayrıldılar.
Oduncu ağacı kesmekten vazgeçip, evine dönmüştü. Akşam yatıp sabahleyin yastığının altına baktığında, altını gördü. Memnun olmuştu. İkinci akşam yine yattı, sabah kalktı. Fakat bu sefer şeytan yastığının altına altın koymamıştı. Odunca kızıp baltasını aldığı gibi dağa ağacı kesmeye gitti. Fakat yolda yine şeytanla karşılaştılar. Adam şeytana iyice kızmıştı.
Büyük bir öfke ile, “Seni sahtekâr seni… Kandırdın değil mi beni?” diyerek üzerine hücum etti.
Fakat bir önceki karşılaşmanın tam aksine bu sefer şeytan adamı tuttuğu gibi altına aldı. Adam şaşırmıştı. Bu nasıl hal der gibi şeytanın yüzüne bakıyordu…
Şeytan, “Hayret ettin değil mi? Niçin bana yenildiğinin sebebini söyleyeyim. Dün sen Allah rızası için ağacı kesmeye gidiyordun. Seni değil ben, dünyadaki bütün şeytanlar bir araya gelsek yine yenemezdik. Şimdi ise Allah rızası için değil, sana altını vermediğim için kızdığından gidiyorsun, işte o yüzden bana mağlup oldun ve sen ağacı kesemeyeceksin”dedi.

***

Kıssadan hisse:
Hayatta ne olduğunuzun hiçbir önemi yok.
Neyi, ne için ve hangi niyetle yaptığımız önemli.
Padişah da olsanız, oduncu da olsanız, şeytanın sizi kandırmasına izin verdiyseniz, vicdanınızın da sizi terk edip gitmesine katlanacaksınız.
Kötü olmak için tek bir altın da yeter…

Sittin sene

Başbakan, partisinin grup toplantısında CHP’yi bölücülere destek vermekle suçlarken ilginç bir deyim kullandı; “sittin sene…”
Halk arasında değişik versiyonları bulunsa da sittin; Arapça’da “60 yıl” anlamına geliyor.
Başbakan CHP’ye atmış sene iktidar olamazsınız diyor.
Neden diyor?
CHP Parti Meclisi hem HDP’ye hem de Cumhuriyet Gazetesi’ne yapılan operasyona karşı çıktığı, hukukun ve demokrasinin “üstünlüğü” konusunda iktidarı “eleştirdiği” için.

***

Başbakan, “ustasının” yolundan gidiyor. Savunma yerine “saldırı” taktiğini uyguluyor. Kendi dönemlerinde yapılanları “olmamış” gibi göstererek, muhalefeti “bölücü” olarak göstermeye çalışıyor.
Oysa gerçekler hiç de Başbakan’ın dediği gibi değil.
2009’da sözde “açılım” adı altında terör örgütü ile “ilişki” kuran bizzat AKP hükumetiydi. Askerlere kışlalarından çıkmama emri veren, şehirlere tonlarca patlayıcı yerleştirilmesine, tüneller kazılmasına, vekillerin Kandil-İmralı hattında bizzat arabuluculuk yapmasına destek olan da AKP iktidarıydı.

***
2009’da Habur’dan gelen teröristleri sınırda kurulan çadır mahkemelerinde, Atatürk postersiz ve Türk bayraksız yargılayan, etkin pişmanlıktan yararlandırarak serbest bırakan hakimleri görevlendiren da Başbakan’ın içinde bulunduğu hükumetti.
Destek verdikleri gayet açık.
Neden mi?
Çadır mahkemelerinde teröristleri serbest bırakan hakim Asabil Yırtıcı AKP iktidarı döneminde hızla yükseldi. Sadece 7 yıllık hakim Yırtıcı’nın önlenemeyen yükselişine bakalım mı?
Asabil Yırtıcı, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 2002’de mezun oldu. Hakimlik stajı sonrası 2006’da mesleğe kabul edildi ve ilk görev yeri Yozgat’ın Çekerek ilçesi oldu. Burada 2 yıl kalan Yırtıcı, 2008’de Silopi’ye Sulh Ceza Hakimi olarak atandı. 2011’de Akyazı Asliye Ceza hakimi, 2013’te ise Gümüşhane Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı’na atandı.
Sonrası mı?
15 Temmuz darbe kalkışması sonrası, o da pek çok isim gibi tutuklandı.

***

Çözüm süreci çerçevesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden 10 Temmuz 2017 tarihinde 6651 numaralı “Terörün sona erdirilmesi ve toplumsal bütünleşmenin güçlendirilmesine dair kanun” AKP’li vekillerinin oyu ile “kabul” edildi. Maddeleri arasında; “Gerekli görülmesi hâlinde, yurt içindeki ve yurt dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlarla temas, diyalog, görüşme ve benzeri çalışmalar yapılmasına karar verir ve bu çalışmaları gerçekleştirecek kişi, kurum veya kuruluşları görevlendirir. Silah bırakan örgüt mensuplarının eve dönüşleri ile sosyal yaşama katılım ve uyumlarının temini için gerekli tedbirleri alır. Kanunun 2. maddesinin birinci fıkrasının (a), (b) ve (c) bentleri kapsamındaki görevleri yerine getiren kişilerin bu görevleri nedeniyle hukuki, idari veya cezai sorumluluğu doğmaz” gibi düzenlemeler vardı.

***

Peki CHP ne yapıyordu?
Kanunun görüşüldüğü komisyonda “muhalefet” ediyordu.
CHP’li vekiller Ali Serindağ, Celal Dinçer, Ali Sarıbaş ve Ahmet Toptaş, bu yasa ile ilgili muhalefet şerhlerine aynen şunları yazıyorlardı:
“Öyle anlaşılıyor ki hükumet ve Erdoğan hala halktan ve parlamentodan bazı şeyleri gizlemektedir. AKP genel tutumuna uygun olarak şeffaflıktan ve saydamlıktan uzak bir politika uygulamaya devam etmektedir. Kanunun verdiği görevleri yaparken görevi kötüye kullanmak, görevi ihmal etmek ve benzeri eylemler suç oluşturur ki bu suçları işleyenlere dokunulmazlık ve sorumsuzluk getirmek hukuk devleti anlayışı ile bağdaşmaz. Anayasamıza da aykırıdır…”
Başbakan “sittin” derken haklı.
60 yılla bile unutturamıyor…

Okulu kıranlar

Gözaltı, tutuklama…
Yokuş aşağı vitessiz ve frenleri tutmayan araç gibi gidiyoruz.
Her sabah “bugün ne olacak” endişesi yaşayan bireyler olarak içselleştirdiklerimizle, bize artık “normal” görünenlerle, tam aksini savunanlarız.
Ortadan kaça bölündüğümüzü tam olarak bilemiyoruz.
Herkes sadece kendini, kendi gibi düşünenleri seviyor, saygı duyuyor. Öyle düşünmeyenler de düşman. Hatta düşman hukuku uygulayacak kadar karşıda.

***

Siyasetin “çözüm” üretmesi beklenirken, sorunların pek çoğu siyaset kaynaklı. Siyasetçi de bölünmüş durumda.
Ortak payda falan yok.
Uydurma tanımlarla, uydurma kutuplar oluşturulup, sadece karşı olmak üzerine kurulmuş siyaset, kendine “yandaş” bulduğunu sanırken savrulup gidiyor.
Siyasetçiler de savruluyor…

***

Başbakan, kendine yakıştırdığı üslup ile muhalefetle “dalga” geçiyor. Her yanından iktidarın emri ile başlayan operasyonlar için “haklılık” yaratmaya çalışıyor.
Beceremiyor…
Bugün “bölücü” diye nitelendirdiği, “okulu kıran öğrenciler gibisiniz” diye tanımladığı siyasetçileri, bir zamanlar hem partisinin, hem de hükumetinin “terör örgütü ile aracı kıldığından” habersiz.
Oysa iktidarın “onayı” ile Kandil’e giderlerken, tam da “anaların gözyaşı dinecek” diyenlerin yanındaydı. Onunla da kalmayıp, kongresinde “alkış yağmuruna tuttuğu” siyasetçileri şimdi derdest edip zindana atmak peşinde…

***

Başbakan için, CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Sınıra seyyar mahkemeler kurup, teröristleri serbest bırakan kimdi” sorusunun hiç önemi yok.
Seyyar mahkemelere çıkan 34 kişiden 29’unun savcılık, 5’inin de Silopi Sulh Ceza Mahkemesi tarafından serbest bırakıldığı, hep birlikte otobüs tepesinde şehir şehir dolaştırılıp “kahraman” ilan edildiği Başbakan’ın not defterinde yok…
Tam da o günlere ait sorular çoğaltılırken, bir yenisini eklemek isterim.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde CHP’li milletvekilleri Habur’da kurulan “seyyar mahkemelerde”bizzat mahkemenin hakimi tarafından “teröristleri tahrik etmemek için” duvardan indirilen Atatürk portresi ile Türk bayrağını sormuştu.
Dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin sorular karşısında bunalınca “müfettiş” gönderip inceleteceğini söylemişti.
Ne oldu o incelemenin sonucu acaba?
19 Ekim 2009 tarihinden bu yana, soruşturmayı tamamlamayan, tamamladıysa açıklamayan CHP midir ki, Başbakan “haberi yokmuş” gibi davranmaktadır.

***

Yüz binden fazla kamu çalışanını üç kararname ile işten atmak kolay.
Siyasetçiyi, gazeteciyi iki soruşturma ile gözaltına alıp zindana koymak da kolay.
Gel gör ki, seyyar mahkemeleri kurup, Atatürk’süz, Türk bayraksız yargılama yapıp, teröristi “serbest bırakmak” dedin mi tık yok.
Hesabını sormak zor.
Hesabını vermek zor…

***

Türkiye’nin yokuş aşağı vitessiz, frensiz gidiyor olmasının suçlusunu arıyorsak eğer, o zaman Oslo tutanaklarını yeniden okumalıyız.
Kime neler vaat edildi, kimler için “pazarlık” yapıldı bu halkın bilmeye hakkı var.
Siz, anlatın bunları bir bakalım, sonrasında kim “okuldan kaçıyormuş” ona vatandaş karar versin.

Stanford

Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektörün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından fırlayarak önlerini kesti…
Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?
Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı.
Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu.
Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla, “bekleriz” diye mırıldandı…
Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.
Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi. Sonunda sekreter,
dayanamayarak yerinden kalktı.
Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa gidecekleri yok” diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu.
Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu?
Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.
Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard’da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.
Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. “Madam” dedi, sert bir sesle, “Biz Harvard’da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner…”
Hayır, hayır” diyerek haykırdı yaşlı kadın. “Anıt değil… Belki, Harvard’a bir bina yaptırabiliriz”.
Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak, “Bina mı?” diyerek tekrarladı, “Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı…”
Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan kurtulabilirdi.
Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: “Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?”
Rektörün yüzü karmakarışıktı. Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California’ya, Palo Alto’ya geldiler. Ve Harvard’ın artık umursamadığı oğulları için
onun adını sonsuza kadar yaşatacak üniversiteyi kurdular.
O üniversite, Amerika’nın en önemli üniversitelerinden biri olan Stanford’u.
Kıssadan hisse;
Üniversite hocaları artık rektörlerini seçemeyecekler ya; işte bu atama rektörlerden bazıları hiç olmazsa yaşlılara kötü davransalar, acaba bizim de Stanford’umuz olur mu?

Korkusuzlar

Avukatlar korkuyor.
Korkularını tanımlarken, “Bizi de darbeci diye yaftalayacaklar endişesindeyiz. Zorunlu olarak görevlendirilsek bile, yapılan işkenceleri görmemezlikten geliyoruz…” diyorlar.
Bu hukukun geldiği nokta değildir.
Bu hukukun bittiği noktadır…
Sadece avukatlar değil; öğretmenler, mühendisler, doktorlar, savcılar, hakimler ve hatta gazeteciler de korkuyor.
Korku koca bir toplumu sarıp sarmalarken, olağanüstü zamanlar olağan hale geliyor.

***

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan’ın, partisinin il başkanlığının bulunduğu binadaki bir restoranda saldırıya uğraması da korkunun eseridir.
Korku, şiddeti körükler.
Ama aynı zamanda sessizliği de.
Estirdiği şiddeti bir dereceye kadar önleyebilirsiniz, ancak dalga dalga yayılan korkuyu asla.
O yüzden korkudan korkmalıyız.
Korkan insanın iradesi özgür değildir.
Korkan insanın kararları kesin değildir.
Korkan insanın vicdanı susar.
Korkan insanın umudu yoktur.

***

Öyleyse ne yapacağız?
Elimizi kolumuzu bağlayıp bir kenarda bekleyip, zamanın her şeyi değiştireceğini düşünüp, “bunlar da geçer” diyerek, olan biteni başkalarına havale edebiliriz.
Toplumun kendi içinden kahramanlar çıkarmasını, onun da kötü gidişe dur demesini umabiliriz.
Mücadeleyi başkalarına havale edip evlendirme programlarına dalabiliriz.
Ya da düşünürüz…
Neden, niçin gibi sorularla etrafımızı sorgulayarak, insan onuruna yakışmayan bütün davranışlara, uygulamalara karşı çıkabiliriz.
Zor değildir…
Düşündüğümüzün aksine, karşı çıkmak insanın doğasında bulunan en basit tepki verme biçimidir.
Yani zaten doğamızda vardır.
Doğumumuzdan itibaren öğretilen “elleme, dokunma, yapma, konuşma” gibi bizi her türlü baskı altında tutan emir kiplerinden sıyrılıp, korkumuzu yenmekle başlayabiliriz.
Kendimizi yenmekle başlayabiliriz…

***

Kısa ve öz söyleyeyim.
Nelerden vazgeçebiliriz?
Bu sorunun yanıtını verebildiğimiz, vazgeçme becerimizi artırdığımız zaman en çok da korkumuzu yeneriz.
Diktatörler, en çok korkmayanlardan korkarlar.
Çünkü korkuyu yenenler, kendilerine güvenirler.
Kendilerine güvenenler, yanındaki, yöresindeki, etrafındakilere güvenirler.
Birbirine güvenenler kalabalığa güvenirler.
Kalabalık olanlar, korkusuzlardır…