Dersanelere karşı Oslo

Hükümet ile cemaat arasındaki kavga “keskin” bir dönemece geldi.
Bakmayın siz,
Hükümetin “dershaneler gereksiz” çıkışlarına.
Olayın özü şudur.

Haftalar önce Aydınlık Gazetesi yazdı.
Hükümet “cemaat”in gelir kaynaklarını sorgulatıyor.
Hem de devletin “istihbarat” örgütlerine.
Kabul edilmedi falan ama bal gibi doğru.
Cemaat de “izlendiğini” biliyor zaten…

Kendi aralarındaki sohbette
Birbirlerine “aktardıkları” düşünceler her şeyi özetliyor…
“Oslo’da hıyanet-i vataniye var…”
Bu sözleri ben duyuyorum da, hükümet duymuyor mu?
Duyuyor ama “zamanını” bekliyor elbette.

Kimseye belli etmiyor Başbakan…
Eğitim sorununu “çözüyor” gibi yaparak,
Kendisini “ihanet” ile suçlayanlara “yanıt” veriyor.
Siyasi değil, “ekonomik” yanıt…

Sanmayın “gelişmeler” bununla kaldı.
Dershaneleri kapanan “cemaatin” geliri kesilir mi?
Asla…
Eğitim sadece “dershane” değil, okullar da var.
Hele hele “dünyanın” dört bir yanındakiler.

Şimdilik “belli” edilmiyor ama
Hükümet bu konuda da “adım” attı.
Sessiz sedasız “bir grup” destekleniyor.
Hem de sadece “ulusal” ölçekte değil.
Uluslararası “kaynakları” da kullanarak.
Yeni “okullar” açmasına, yeni uluslararası programlar düzenlemesine
Şıp diye izin veriliyor.
Medyanın “tamamına” yakını “haberlerini” büyütüyor.
Her gün çarşaf çarşaf “övgüler” düzülüyor.

Gelin size bir “örnek” vereyim.
Hükümetin “cemaate karşı desteklediği bu kurum, 5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu’nun 3. Maddesi’ne göre, izin almadan “öğrenci kaydı” yapıyor.
Birileri durumu fark edip Milli Eğitim Müdürlüğü’ne “ihbar” ediyor.
Valiliğin 3.5.2012 tarih 2713-27371 sayılı “oluru” ile “inceleme” başlatılıyor.
Yapılan “inceleme” sonunda düzenlenen 5.7.2012 tarih 663.05/29 sayılı raporla “yasal olmayan” işlem yapıldığı belirleniyor.
İdari işlemin yanında “gereğinin yapılması için” 24.7.2012 tarih 4402-44999 sayılı yazıyla da Cumhuriyet Savcılığı’na “suç duyurusunda” bulunuluyor.
Sonuç ne mi oluyor?
Milli Eğitim Müdürlüğü’nün “yasa dışı” diyerek savcılığa başvurduğu kurum, üç gün sonra Milli Eğitim Bakanlığı Özel Öğretim Kurumları Genel Müdürlüğü’nden “tapu gibi belge” alıp işlerine “devam” ediyor.
Yani?
Hükümet “yürü ya kulum” diyor…
Niye diyor?
Cemaatin okullarının önünü kesmek, etkisini azaltmak için…

Tuhaftır,
Hükümetin cemaate karşı “yürü” dediği kurumun en büyük destekçilerinden biri de İsrail.
Bir yanda Mavi Marmara, diğer yanda “yürü” ya okulum…
Ve kavga “keskinleşiyor” gittikçe de derinleşiyor.
Biter mi?
Bence biter…
Bütün pazarlıklar 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi için.
Başbakan cemaati “cendereye” almak istiyor.
Cemaat ise “girmemeye” çabalıyor.
İşte Oslo ve dershane “gerginliğinin” bir başka yüzü.

Merak etmeyin “yakından” izliyorum.
O yüzden fazla isim veremedim.
Biraz daha “biriksin”
Bakın daha ne “bombalar” çıkacak karşımıza…

O parçalar çıkarılmayacak

Düşürülmedi, düştü dedim.
“Amannnnn çok biliyorsun” dediler.
Oysa en az 10 uzmana danıştım.
Emekli olmuş pilotlarla konuştum.
Öyle durduk yere düştü demedim yani.

Ama memlekette o kadar çok savaş çığırtkanı var ki,
Barış dediğin zaman koca dağlara çarpıyor.
Çarpması bir yana,
Hakaretlerin, küfürlerin bini bir para.

Düşürülünce kin ve intikam duygularımız depreşiyor ya,
“Hadi bu akşam şöyle gidip Şam’a kadar girelim” daha kolay geliyor.
Başbakan savaş istemeyenleri “hain” , Esad’ın işbirlikçileri ya da Baaz Partisi’nin Türkiye Şubesi görünce,
Ondan cesaret alıp küfretmek daha kolay tabi.

Okumaya, araştırmaya sorup soruşturmaya ne gerek var.
Devletlumuz öyle buyurduysa doğrudur.
Gerisi fasa fiso.
O da olmazsa glu glu dansı…

Oysa hem Rusya hem de ABD olayın aslını biliyor.
Bilmekle de kalmayıp ellerindeki bilgi ve belgeleri veriyor.
Düşürüldü demiyorlar asla, düştü diyorlar.
Bir açıklamayız, Türkiye açıklasın demeye getiriyorlar.
Açıklamayız.

Açıklarsak, bildiklerimizi unutmaya mecburuz çünkü.
Yaşadıklarımız travmaya dönecek.
“Hadi yaaaa, öylemiymiş” diyeceğiz.
Balık hafızalı olmaya zorlanınca sonuçları da ağır oluyor.
İşte size 2007 yılında yaşanan ve yine üzüldüğümüz Konya’daki tıpatıp aynı bir kazanın video görüntüleri.
http://www.liveleak.com/view?i=710_1237380469
Gözlerinizi kırpmadan seyredin bakalım yüreğiniz ne diyecek?
Ya da biraz araştırmaya zahmet ederseniz,
İşte size düşen uçağın alçak irtifa ve düşük hızda geçmiş yıllardaki yaşanan olaylarının kayıtları:
http://www.ejection-history.org.uk/Country-By-Country/Turkey.htm

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç Bakanlar Kurulu toplantısı sonrası dedi ki,
“Uçağımızı bulan Natilius, arıza nedeniyle bölgeden ayrıldı. Biz de kendi gemilerimize benzeri ekipmanları monte ederek araştırmayı sürdüreceğiz.”
Yani;
Tak diye aldık, şak diye takacağız.
Ne alacağız, nasıl alacağız, iki günde nasıl gelecek, beş günde nasıl monte edilecek, bir haftada nasıl çıkarılacak hiç kimse sormadı.
Öyle dediler, öyledir.
Madem bunu yapacaktık, neden Natilius’un arızasının giderilmesine yardımcı olmadık?
O daha kolay değil miydi?
Değilmiş.
Madem bu kadar kolaydı, bu zamana kadar neden yapmadık?
O da belli değil.
Devlet erkanına milyon dolarlık uçaklar alınıp, milyon dolarlara dayanıp döşeneceğine, yapsaydık ya madem böyle bir gemi.
Yok, illa ki yumurta gelecek kapıya kadar.

Biliyorum yine içinizden küfür edenler, çaktırmadan aba altından sopa gösterenler olacak.
Ama ben yine de doğru bildiğimi yazacağım.
O uçak düşürülmedi düştü.
Hatta bir adım daha ileri gidiyorum.
O uçağın nasıl düştüğünü ispatlayacak parçaları asla sudan çıkarılmayacak.
Çıkarılamayacak demiyorum, çıkarılmayacak.
Arıza olacak, eksik kalacak, derinde kalacak ama sonunda aradan aylar geçecek ve şöyle bir açıklama duyacağız:
“Düşme nedenini belirleyecek parçaların tamamı çıkarılamadığı için, kesin bir sonuca ulaşılamamıştır…”
Biz zaten bu açıklama yapıldığında ooooooonlarca konuyu atlamış, başka krizleri tartışıyor olacağız.

Son bir anımsatma…
Natilius şehit pilotlarımızı ararken ABD Ankara Büyükelçisi Ricardione de gemideymiş.
Ne işi vardı acaba?
Denizi mi çok seviyor?
Çok mu meraklı?
Yoksa müstemleke valisi mi?
Yoksa bize güvenmiyor da “gidip olay yerinde göreyim de raporumu öyle mi yazayım” dedi?
Senin ne işin var diye soran bir tek kişi gördünüz mü?

İnsanlık hali böyle bir şey işte.
Kazanın doğurduğuna inanırsanız, öldüğüne de inanmak zorundasınız.

Düşürülmedi, düştü…

Sağından solundan dolaşmadan,
Orda şöyle olmuştu demeden,
İçinde “ama” kelimesi geçmeden,
Yiyeceğim küfür ve binbir yaftaya aldırmadan,
Açık açık yazıyorum.
Malatya’dan “görev” için kalkan,
Sonuçta iki pilotumuzun “şehit” olmasına neden olan olayda,
Ne füze vardır ne de uçaksavar.
Uçağımız hiç kimse tarafından düşürülmemiştir.
Düşürülmemiştir, sadece ve sadece düşmüştür.
Evet yanlış okumadınız düşürülmemiştir, düşmüştür…

Zaten öyle bir noktaya geldik ki
Yapılan açıklamalar her geçen gün kafaları biraz daha karştırıyor.
Peki uçağımız ne olmuştur?

Görüşlerine güvendiğim bir uzmanla son açıklamaları telefonda konuştuk.
Başka görüşlere de başvurdum.
Eğer genelkurmayın açıklamalarına göre uçağın mevcut parçaları üzerinde yapılan incelemede herhangi bir patlayıcı ya da yanıcı malzeme bulunamadıysa,
O zaman geriye kalan olasılık düşmüş olmasıdır.
Nasıl düşmüştür sorusuna gelince,
Havacılık terimleriyle söylersek,
Uçağımız stall arızası yaşamıştır.
Türkçe tercümesi ise Perdövites yaşamıştır.

Peki nedir bu stall ya da perdövites durumu?
Fiziksel olarak bütün uçaklar ağırlıklarına orantılı olarak belli bir hızdan sonra kaldırma kuvvetine erişirler.
Yani belli bir hızın altında uçmaları mümkün değildir.
Örneğin bir Cesna 172 uçağının en düşük uçma hızı yaklaşık 40 knot yani 70 km civarındadır.
Böyle bir uçağın 40 knotun altında olması halinde motoru durur, yani stall oluşur.

Bu süratin düşen RF-4 Phantom uçağı içinse 300 knot civarında olduğu biliniyor.
Kısacası hem alçak irtifada hem de düşük bir hızda uçuyorsanız, aniden motorunuzun durması ve stall durumu ile karşılaşmanız, dolayısıyla da bunun korkunç bir sona dönüşmesi hiç de kaçınılmaz değil.

Benzeri bir durumla yüksek irtifada (7 bin feet ve üzeri) karşılanılsa bazı emergency (acil durum) kuralları ile motoru yeniden çalıştırmak ya da en azından uçaktan atlamak mümkün.

Bir sürü rakamlar va haritalar açıklandı.
Basit bir dille;
Açıklanan haritalarda uçağımızın 7 bin feetten başlayan uçuşunun zaman zaman 3 bin feete kadar düştüğü, radarlarımızdan kaybolduğunda ise 1000 feetin altında olduğu biliniyor.
Bu yükseklikte düşük bir hızla uçmak, hiç kuşkusuz stall yaşanması riskini de beraberinde getiriyor.

Şimdi ilk günden bu yana açıklananları alt alta yazalım.

– Uçağımız tek başına çıktığı görevde Suriye hava sahasına alçak irtifada (1000 feetin altında) girmiştir.
– Radarlarımızın da görememesi irtifasının alçak olmasındandır.
– Türkiye uçağının kayıp olduğunu açıklamıştır.
– Suriye ise yabancı bir uçağın uçaksavarları tarafından vurulduğunu açıklamıştır.
– Dünyada bilinen uçaksavarların en uzak menzili 2 mil civarındadır.
– Türkiye kayıp uçağının görev rotasını açıklamış ve uçağının Suriye hava sahasından 8 mil açıkta düştüğünü, bunun bir uçaksavar değil ancak füze ile gerçekleşebileceğini söylemiştir.
– Suriye hiç bir şekilde füze kullanmadığını söylemiştir.
– Uzmanlar füze kullanılması durumunda bunun çevredeki bütün radarlarda iz bırakacağını, böyle bir durumun söz konusu olmadığını söylemişlerdir.
– Türkiye’de füze iddiasından vazgeçmiş, uluslararası sularda uçağının düşürüldüğü tezine sarılmıştır.
– Uçağımızın denizin üzerinde bulunan parçalarında yapılan ilk incelemede yanıcı ve patlayıcı madde izine raslanmamıştır.
– Günler sonra 1300 metre derinlikte bulunan enkazdan elde edilen resimlerde de füze izi görülmemiştir.
– Şehit pilotlarımızın naaşları ve bulundukları yer de füze olasılığını düşürmüştür.

Bütün yaşananları, açıklamaları ve fotoğrafları aklınıza getirin.
Çelişkileri ve eksiklikleri düşünün.
Zahmet edip bir de Google’dan “stall” hakkında daha ayrıntılı bilgileri okuyun.
Sonra yeniden düşünüp kararınızı verin.
Uçağımız düşürüldü mü, düştü mü?
Bana göre düşürülmedi, düştü…

Eee peki düştüyse o zaman Suriye ne diye uçaksavarla vurduk açıklaması yaptı?
Onu da “aç tavuk kendini buğday ambarında sanırmış” diye özetleyeyim.
Eh ne de olsa fırsat bu fırsat,
Ortadoğu’ya “bak ben neler yapabiliyorum” demekten kim kaçınır?

Bunca tantana, tehdit ve gözdağindan sonra,
En sonunda kendi ayağımıza sıkmış çıkmayalım yeter…

İtibarsızlaştırmak

Söylenmesi zor.
Kelime olarak da bize uygun değil zaten.
İngilizcesi prestige.
Bize uydurunca prestij.
Biraz türkçeye çevirsek haysiyet, saygınlık.

20 yüzyılın başında CIA keşfetti.
Orta Amerika’daki “hoşuna gitmeyen” devlet adamları hakkında
Televizyon gazete ne bulduysa kullandı.
Aşkları, eksiklikleri, zayıflıkları.
En iyi “çökertme” yöntemi idi.

Çok da başarılı oldular.
Onlarca adam, kadın, yaşlı ya da genç
Bu yeni dünya düzeni karşısında,
Sindiler, sustular ve vazgeçtiler…

21. yüzyıla geldik.
Bu CIA taktiği Ortadoğu ve Türkiye’de uygulanmaya kondu.
Kendileri gibi düşünmeyen herkesi “itibarsızlaştırmaya” başladılar.
Yargılamak gerekmiyordu.
Delil, hak, hukuk, adalete gerek yoktu.
Söylenti, dedikodu en iyi “yargı” yerine geçmişti bile.

Yaşanan iki örnek vereyim size.
Üçüncüsü de “çuvaldız” hikâyesi olsun hepimize.

Adalet Bakanlığı “adalet” dağıtır.
Savcısının hâkiminin, memurunun işi budur.
Bir gün adliyeye bir müfettiş gelir.
Asıl derdi “mevcuda uymayan” hâkimi/savcıyı “yola” getirmektir.
Kimden geldiği belli olmayan “şikâyet” üzerine harekete geçmiştir.
Önce “şatafata” ile adliyede bir odaya çöker.
Sonra tek tek insanları çağırarak sormaya başlar.
“Falanca hâkimin/savcının filanca avukatla gönül ilişkisi varmış, bilginiz nedir?”
Ya da konuyu değiştirir
“Falanca hâkimin/savcının kumar gibi kötü alışkanlıkları bulunmaktaymış, bilginiz nedir?”
İçeri girenler “bilgimiz yok” ya da “olmaz öyle şey çok namuslu insandır” dese de,
Rapor hazırlanıp “yok böyle bir şey” denilse de.
İfadeden çıkanlar birbirine “Bana aşk sordu, bana para sordu, bana kumar sordu” diye diye
Kısa sürede dedikodu çarkını döndürmeye başlar.
İşte size itibarsızlaştırma.
Bu kadar dedikodu.
Bu kadar söylentinin ardından,
“Mevcuda uymayan” hâkim/savcı tayinini istemek zorunda kalır.
Alın size adalet…

Ya da askersiniz.
Emrinizde yüzlerce subay/astsubay/erbaş/er bulunmaktadır.
İşinizin bütün “temeli” güven üzerine kurulmuştur.
Çünkü güvensizlik “ölüm” demektir.
Bir “isimsiz” ihbar mektubu yazılır.
Ya da “birinin” bilgisayarında elleriyle konulmuş gibi,
Dijital belgeler yakalanır, ortalık yerde.
Krokiler, çizgiler, kasetler saçılır.
Haftalarca hakkınızda “ajan” ya da “darbeci” suçlamasıyla
Gazetelerde boy boy resimleriniz, öyküleriniz yayınlanır.
“Ben orada değildim” dersiniz, dinlemezler.
“Bu imza bana ait değil” dersiniz incelemezler.
Haykırır, seslenirsiniz kimse duymaz.
Yargılanmanın sonunda “aklanmış” olsanız da,
Artık mesleğiniz bitmiştir.
Siz bitmişsinizdir.
Aklansanız bile hayatınız kararmıştır bir kere.

İki örnek bu ülkede son yıllarda sıkça yaşanıyor.
Birileri “itibarsızlaştırılıyor” gözlerimiz önünde.
İtibar, sokak aralarında doların kuruşu olan cente satılıyor.
Asker, hakim, gazeteci, hoca, sendikacı hiç fark etmiyor.

Gelelim işin çuvaldız kısmına.
İzmir Fuarı kapılarını açtı.
Her gün yeni bir etkinlik var.
Ama benim en çok dikkatimi çeken “özgür mikrofon” söyleşileri.
İstanbul medyasından kim varsa her gece İzmir’de.
Anlattıkları “yanlış/eksik” demiyorum ama,
Tek bir İzmirli gazeteci bulamamışlar söyleşecek.
Neden acaba?
Bizi bizden daha mı iyi tanıyorlar?
Yoksa;
İstanbullular getirilince,
İzmirli gazetecilere “siz itibarsızsınız” mı denilmeye çalışılıyor?
Ya da İzmir medyası “çantada keklik” mi acaba?

Ona da siz karar verin artık…